Ali ül-Nakşibendi er Rakım
Azade AKAR
Fotoğraflar : Sami GÜNER
Kaynak : Kültür Bakanlığı Sanat Dergisi - Yıl :3
Sayı : 6 - Haziran 1977
An Unknown in Manuscript Illumination : Ali ül-Nakşibendi
One of the most interesting and characteristic decorations on Trukish structures and in manusripts is undoubtedly the floral and foliate motifs, which are the most freqyently used decorative elements şn Turkish illuminated manusripts. Such floral illustrations, drawings in the form of various bouquets, developed through various stages to attain a naturalist "nature morte" style, the "Shükûfe" style, and are adapted even to architectural backgrounds, such as the salon of Topkapı Palace.
Up to the end of the 16th century, the floral bouquets appear as stylised decorations, the vestiges of a much older style. Later, during the 16th and 17th centuries, elements of naturalism began to appear, while in the 18th century, elements of Baroque appeared followed by those of the Roccoco and Empire styles. Our artist, a disciple of the Nakshibend tarikat, belongs to this period.
While it is quite possible that more examples of his work may be discovered from among the 250,000 hand-written manusripts in Turkish libraries, and the unknown number in private collections, the one known work to bear his signature is a "Koran-i Kerim", enscribed by Halil Efendi in 1222H (1807), containing 251 of such bouquets, and 112 decorated headpieces, column motifs and insertion pieces.
The colophon on the final page states that the manuscript was a "Koran-i Kerim" enscribed for the Sultan by Halil Efendi 1222H, and on the same page, in a cartouche below, is written the name of the artist:
"Zehhebe hu Ali ül-Nakshibendi er Rakım"
Each page contains verses from the Koran framed with a double gilt border. The 251 illustrations can be dividen into six types:
"Pesend" gilding, paired bouquets ("Zahriye"), "hisip" rose clusters, rose bouquets in vases, decorated headings, and endings. The gilded and embossed leather bound manuscript, 10,5 x 17 cm contains a gilged bouquet (zilbahar) on the binding. In illustration 3 can be seen an opening page with two floral decorations or "zahriye". The finest illustrations are to be found on these double facing pages, where the bouquets stems from a vase the centre to frame the central text. It is interesting to note that, despite their use elsewhere, lilacs and tulips are not used on these pages. Examples of plain rose bouquets are to be seen in illustraions 4-7, while rose bouquets in varses, of which there are, in all, 29 in the MS., can be seen in illustrations 11-12, together with gilt and line-work. The manuscript was possibly written in the School of Illumination at Topkapı and intended for the Sultan's wives.
The style is individualistic, bearing some influence of the period os Selim III, while the signature indicates a master illuminator. This artist, together with others, such as Esseyid Mehmed, was the head of a school producing embossed gilged works in a Roccoco style. The later exponents of this school included Atuallah and Salif Efendi.
Türk sanatının en ilginç yanı, abidelerini, tüm eserlerini ve özellikle el yazması kitaplarını süsleyen binlerce ve binlerce harikulade hoş, her yönü ile Türk kokan motiflerdir. Motif türlerinin arasında da en zengin bölümü şüphesiz çiçekler ve diğer bitkiler kapsar. Türk sanatkarlarının, kendilerine mahsus özellikler taşıyan bitkisel motiflerden faydalanarak yarattıkları eserleri kaleme alan kitaplar, albümler hazırlamak hiç de zor olmasa gerek diye düşünürüz.
On altıncı yüzyıla kadar çok stilize olarak hazırlanan bitkisel süsleme, on altı ve on yedinci yüzyıllarda kendine öz bir karakter kazanarak, stilizasyon ile birlikte yoğunlaşan bir naturalizme dönüktür. On sekizinci yüzyıldan itibaren ise batı etkisi kendini gösterir. Barok, Rokoko ve Ampir uslupları diğer motifleri olduğu kadar çiçek süslemelerini de etkisi altına alır. Böylelikle Türk sanatında "Şükufe Tarzı" adını alan, natüralist hatta natürmort anlayışına bürünen bir çiçek süslemesi oluşur. Topkapı Sarayı hareminde yemek odası buketleri, üstad Ali Üsküdari lakeleri ve resimleri Tuhfe-i Gaznevi Mecmuası yazmaları, lakeleri ve tahta işlerini süsleyen Edirnekari resimler, bu ekolün örnekleri arasında sayılabilir.
Bu yazımızda şimdiye kadar adı duyulmamış seçkin bir ressamımızı, veya eski tabiri ile nakkaşımızı takdim etmekle şeref duymaktayız: Çiçek dünyasını, amir ve barok üsluplarının etkisinde ancak kendine öz bir tavır ile resmeden Ali ül-Nakşibendi er Rakım.
Elimizde 1807 tarihinde resimlenmiş olduğunu tahmin ettiğimiz bir kitap, bu ressamımız hakkında bize bir hayli bilgi veriyor. Bu tek kitabın dışında, kişiliği ve diğer eserleri hakkında henüz hiçbir belgeye veya ize tesadüf edilememiştir. Ancak bugün Türkiye kütüphanelerinde iki yüz elli bini aşkın, özel kütüphanelerinde ise sayısı tespit edilememiş çoklukta yazma kitap bulunduğunu ve bunların süslemeleri, resimleri, tezhibleri yönünden tasniflerinin yapılmamış (veya az yapılmış) olduğunu düşünürsek, Ali ül-Nakşibendi'ye ait birkaç eserin zamanla ortaya çıkacağına inanıyoruz. Yazı hazırlanırken, fazla bir şey bulunmamanın acısını ifade etmeye çalışıyorduk ki, Süleymaniye Kütüphanesi müdürü sayın Muammer Ülker, şöyle dediler: "Elinizdeki kitabın ketebesi, bu yazınızın senedidir. Bundan iyi yazılı belge olabilir mi?" Gerçekten çok haklı idiler. Kitabımız gerek resimleri, gerek ketebesi ile bize çok şey anlatıyor. Hiç olmasa Ali ül-Nakşibendi'yi tanımaya şimdilik yeterli oluyor.
KİTABIN TANIMLANMASI :
Eserin son sahifesi olan ketebenin okunuşu şöyledir: "Ketebe hü'l Abdüzzatif. Turabü aktamül mesakin. Hafız Halil ül Hüdai. Ser müezzini Hazreti Tac-ı Dari, Hane-i Hassa li, senedi isna ve işrine ve mieteyini velf min hicreti men lehül izzi ve şeref." Yani padişahın hane-i hassasında müezzin başısı hüdai mahlası hafız Halil Efendi hattı ile 1222 hicri senesinde yazdığı Kur'an'ı Kerim'dir.
Ketebenin alt bölümünde, ayrı bir kartuş içerisinde değişik bir el yazısı ile "Zehhebe hu Ali ül-Nakşibendi er Rakım" yazılıdır. Cilt, deri üzerine altın ve tarama usulleri ile çalışılmış, pek nefistir. Kab içinde ise zilbahar denilen bir nakışlama kullanılmıştır. Ölçüleri 10,5x17 cm. Kullanılan kağıt, Hint abadisi denilen en iyi cinsi, koyuca boyalıdır. Yazıların ölçüsü 5,5x9,5. Yazılar çok kaliteli olup ayetül berkenar olarak hazırlanmıştır. Her sahifede kenarlarına parlak sarı altın ve mat yeşil altın kullanılarak iki ve dört milimetrellik çift bordür ile çerçevelenmiş olup 4 siyah cetvel ile çevrelenerek, en dışa kırmızı bir cetvel çekilmiştir. Tezhib ve süslemeler "Şüküfe Tarzı" kullanılarak yapılmış 251 parça nakıştan ibarettir.
a) Çift sahifeli çok süslü zahriye (iki adet 16x9cm çiçek süslemesi)
b) Pesend yolu ile tezhiblenmiş ketebe sahifesi (10,5x6 cm)
c) 106 adet sade çiçek buketleri şeklinde hizip gülleri (2,5 ile 4cm arası)
d) 29 adet vazolu çiçek buketleri şeklinde hizip gülleri (5cm civarı)
e) 112 adet çeşitli durak, bşlık tezhibleri (5,5x1,5 cm)
f) Yazı aralarında sade altın noktalar(ince siyah tahrirle içlerine ufak süsleme ile birlikte minik kırmızı lacivert noktalar yerleştirilmiştir)
Kitabın saray için yazıldığı ve resmedildiği ortadadır. Bize gelişi de Mahmut Celaleddin Paşa ahfadının kanalı ile olmuştur. Paşa, saraya damat olduğuna göre, kitabın eşi Cemile Sultanın çeyizi yolu ile geçmiş olması en kuvvetli ihtimaldir. Ayrıca kitabın bütün süsleme unsurlarının çiçek ve yapraklar oluşu, hareme yapıldığı, çok itinalı ve temiz olması da sultan hanımlar için hazırlanmış olması fikrini kuvvetlendiriyor.
1807 tarihi III. Selim devrinin sonu ve II. Mahmut devrinin başıdır. Bu zamanda Topkapı Sarayı'nın bir nakışhanesinin olduğunu kesinlikle biliyoruz. Saray için hazırlanan bir kitabın müzehhibi olabilmek de ancak saray nakışhanesinde çalışanlardan birine nasib olabileceğine göre, Ali ül-Nakşibendi'nin de bir saray nakışhanesinin ressamı olduğunu düşünebiliriz. 1800 başlarında bu nakışhanenin başı ve diğer ressamları kimlerdir? Bu hususu aydınlatacak bir belgenin henüz bulunamadığını biliyoruz. Ayrıca bu devir, hattat ve özellikle müzehhib yönünden karanlıkta kalmış ve az bilgi veren bir devir olarak nitelendirilmektedir. İbnülemin Mahmut Kemal Bey "Son Hattatlar" adlı kitabında 1788'den sonra gelenler hakkında az bilgi olduğunu, ancak 1852'de tekrar hattatlardan bahsedildiğini işaret eder. Müzehhiblerden ise zaten bahseden yoktur! Yazması acı ama gerçek: Nedense sanat tarihimizin en az itibar gören zümresi müzehhibler olmuştur diyebiliriz.
Zehhebe hu Ali ül-Nakşibendi er Rakım imzası ketebenin alt bölümünde ayrıca yazılı olduğunu evvelce de ifade etmiştik. Kelimeleri teker teker ele alalım: Ali, ressamımızın adıdır. Nakşibent, burada kendisinin tarikattan bir kişi olduğunu tanımlıyor. Evvela kelimenin nakşibent, yani resim yapan anlamına da gelebileceği düşünüldü. Ancak kısacık bir cümlenin içinde iki defa ressam olduğunu belirtmek istemesi ters düşmektedir. Şu halde kendisini tarikattan bir kişi olarak kabul etmek gerekir. Ressamımızın nakşibent tarikatından oluşu onu daha da ilginç yapıyor. Zira nakşibent felsefesine hakim olan görüş ve düşünceler, nakşibentlerin sanat ile meşgul olmalarına pek fırsat vermemiştir. Mevlevilikte pek çok değerli sanatçı yetişmesine mukabil, nakşibendilikte bu daha az ve sınırlı olmuştur. Resim alemimizde on altıncı yüzyıl müzehhiblerinden Derviş Ali ve on yedinci yüzyıl minyatür nakkaşı Ahmet Nakşi'den başka bu tarikattan resim sanatkarı bilmiyorduk. Böylelikle on sekiz ve on dokuzuncu yüzyıl müzehhibi Ali ül-Nakşibendi şimdilik üçüncü olarak sıraya giriyor. El veya Er Rakım, burada ressamın kesinlikle mahlası (lakabı) oluyor. Yazan, çizen anlamına gelen bu kelime, Ali ül-Nakşibendi'nin yazıyı bildiğini, hatta hattat olabileceğini belirtiyor. Kitaota metin yazısı dışında 112 çeşit tezhibli başlık, durak ve müzehhib imzasında, değişik bir el tarafından beyaz boya ile yazılmış yazılar var. Bunlar ihtimal fırça ile yazılmış işlek bir yazıyı göstermektedir. Büyük bir ihtimalle ressamın kendi el yazısı olmalıdır. 1807 yılında Ali ül-Nakşibendi'nin orta yaşlarda olduğunu da düşünebiliriz. Kitaptaki 251 ince ince, fevkalade bir olgunluk ve kompozisyon rahatlığı ile işlenmiş resimler, bize bu zatın tezhibi ve tekniklerini iyi bildiğini, fırçasının çok kuvvetli, elinin titremediğini gösteriyor. Selim devri resim ekolünü iyi bildiği gibi kendine öz tavrı, tarzı vardır. Gözleri de çok kuvvetli olmalıdır. Zira yapıtları çok ufacık ve hatasızdır. Ayrıca ketebeye imzasını koyduğuna göre, bir mertebeye de ulaşmıştır. İmzası, bütün nakışların sadece kendi elinden çıktığını kanıtlamaktadır.
Kütüphanelerimizde bulunan tezhibli, nakışlı el yazması kitaplar, tezhiblerinin tasnifi yönünden üçe ayrılıyor: Orta, nefis ve pek nefis. Orta ve nefis diye sınıflandırılan nakışlarda hiçbir zaman müzehhib imzasına rastlanmıyor. Bunlar Sayın Prof. Dr. SÜheyl Ünver hocamızın deyimi ile, çarşı işi idiler ve kollektif bir anlamda, yani birkaç kişinin bir arada çalışması ile meydana getirilirler. Pek nefis tezhibler ise genellikle özel bir itina ile yapılıyordu ve çoğunlukla saraya veya refah ortamları olan zümrelere hazırlanıyordu. Sayın Muammer Ülker'in ifadelerine göre bu pek nefis tezhiblerde bile ressam imzasına ancak yüzde on ve hatta daha az oranda rastlanmaktadır. Bulunan imzalar, bu kişilerin bir mertebeye ulaştıklarının ve sanat alemimizde müstesna bir yerleri olduğunun kanıtıdır. Şu halde Ali ül-Nakşibendi'nin anladığımız kadarıyla biyografisini kısaca özetleyelim : 1807 yıllarında III.Selim devri saray nakışhanesinin nakşıbent tarikatına mensup orta yaşlarında olan tanınmış bir müzehhibdir. Hattatlıkla da meşgul olmaktadır ve mahlası Rakım'dır.
Eserleine kısaca bakacak olursak; 135 hizip gülü ve 116 başlık tezhibinin konusu hep çiçekler, vazolu buketler, yapraklar ve yapraklardan meydana getirilmiş zencereklerdir. Ancak tek bir tanesi "üç iplik rumi" olarak tanımladığımız bir tezhib örneğidir ki kompozisyonundaki mükemmelik, nakkaşımızın tezhibn diğer çeşitlerini de iyi bildiğini bize anlatır. Hizip güllerinin hepsi de çiçek buketleri şeklinde yapılmıştır. 29 tanesi vazolu, diğerleri birer bağla bağlanmış buketler olup birbirinden farklı özellikle gösteriyor. Çok ufak olmalarına rağmen ince ince işlenmeleri ve çok teferruatlı oluşları, onları adeta minik birer minyatür olarak görmemize sebp oluyor. Özellikle vazolu olanlar çok ilginçtir. Çiçekler hemen vazo kenarlarından başlayarak, ortada büyük bir çiçek ve yukarıya doğru uzanan ufak çiçeklerle, üçgen kompozisyonu halinde oluşur. Vazoların kendileri de çok ince işlenmiştir. Hepsi birbirinden tamamen farklı biçim verenklerle tipik ampir üslubunu yansıtmaktadır. Hemen hemen bütün buketlerde desen yönünden ortak bir taraf da vardır. Ne çiçeği olduğunu anlayamadığımız, ancak hemen her bukette görünen ufak, beş yapraklı bir çiçektir bu. Eski hatai üslubunun çiçeklerine benzeyen, orta yaprağı geniş, diğerleri dar oalrak yapılan bu minik çiçek, nakkaşımızın alameti farikasıdır diyebiliriz. Bir de kendisine mahsus bir tavırla resmettiği leylaklarına işaret etmek gereklidir. Benzerlerine tezyini tarihimizde hiç rastlamadığımız bu leylak desenleri, kitabın güzel çiçeklerindendir denebilir. Çift zahriyeler ise kitabın en güzel ve göz alıcı resimleridir. İkisi de kompozisyon yönünden birbirlerinin aynı gibi görünüyorsa da çiçek nevileri ve teferruat motifleri bakımından çok farklıdır. En altta bulunan büyük vazolardan uzanan çeşit çeşit çiçek, yukarıya doğru uzanarak yazıları sarmaktadır. İşçilik ve uyumları, hayret uyandıracak kadar nefis ve mükemmeldir.