Kişioğlunu anlayabilmek için geçirdiği gelişim sürecini anlamak elzemdir.
Kişinin var olma yolunda geçirdiği güvenli ortam ve aç kalma korkusunun çözümüne yönelik soruları, insanca cevaplayabilmek de bir o kadar önemlidir.
Karakter, kültür, medeniyet çok sonraları gelen işlerdir.
Bu çerçevede Maslow’un sosyolojik çalışmalarına ek olarak yapılan daha detaylı çizelgeler de vardır.
Ancak kısa bir özet ile bilim adamları insanı ve yeryüzündeki ifadelerle ilişkisini temelden başlayarak şöyle açıklıyor: Fizyolojik ihtiyaçlar giderilir (yeme, içme, uyuma, temizlenme, vs…) Güvenlik ihtiyacı giderilir (ev, sitede oturma, kıyafetler, dövüş sporları, yurt edinme, vs…) Ait olma – aidiyet ihtiyaçları giderilir ( futbol takımı, siyasi parti, cemaatler-klupler, vatandaşlık, vs…) Saygı – itibar ihtiyaçları giderilir (başarı dürtüsünün ve başarısızlık korkusunun başladığı ve kaygıya dönüştüğü bu alanda plaket alma, sertifika alma, kartvizitin önemi, makam arabası gibi ihtiyaçlar bütünüyle buradaki kaygıların başlangıç – orta – tamamlanmış olması ile ilgili halleri anlatır; mesela makam arabasında bir türlü korumasız dolaşamıyorsa aslında bu kişi henüz güvenlik ihtiyacını tamamlamamıştır.) Kendini geliştirme ihtiyacı (fen bilimleri, matematik, sanat, din konuları bu noktada başlar ancak buradaki sıralamayı diğer bilim adamları da fen bilimleri – sanat – din şeklinde değerlendiriyor. Yani din; kişioğlunun kendini tamamlarken ulaştığı son noktadır deniyor.)
Bu noktada insanoğlunun milyon yılları kapsayan zaman içindeki yolculuğuna baktığımızda Saymalıtaş’ta birilerinin bütün bu sorunları tamamlayıp bir de DİN seviyesine ulaştığını görüyoruz.
Atı, köpeği, boğayı evcilleştirmiş olan kişiyi Saymalıtaş’ta çift sürerken, tarımcılıkla uğraşırken görüyoruz.
Aynı şekilde Romalılara mal edilmiş olan At Arabası – Yarış Arabası olarak bilinen arabanın tıpkısının aynısına binen Saymalıtaş kişisi; atıyla birlikte icat ettiği tekerlek ve arabayla sosyal faaliyetler – gezintiler yaparken de görülmektedir.
Dağ keçisi ile kutsal bir diyalog yaratmış ve her yere bu kutsal hayvanı, bir diğer kutsadığı geyik ile birlikte her yere çizmiştir.
Burada sanatın ilk hallerini gördüğümüzü inkar edemeyeceğiz.
Sanatsal dürtünün ortaya çıktığı Saymalıtaş yaşam bölgesinde Maslow’un itiraz edemeyeceği aşamaları tek tek gözlemlemekteyiz.
Ok ve yay ile avcılık yapan Saymalıtaş kişisi; sayı saymayı, yazı yazma becerisinden önce keşfettiğini de görmekteyiz. Yani fen bilimleri ile ilgili aşamanın da tamamlanmış olduğunu görüyoruz.
Güzel sanatlar kriterleri olarak çizilen bu resimlerde HAREKET niteliğinin çoktan çözüldüğünü şaşkınlıkla seyrediyoruz. Keza resim – grafik alanında eğitim görenler çok iyi bilir ki tip üretmek kolaydır. Zor olan o karakteri hareketli bir şekilde tüm eklem ve kas özelliklerine göre görselde canlandırabilmektir. Bu çizimlerde hareket ile ilgili hiçbir sorun görmeyişimiz, yapılan bu çizimlerin kesinlikle sanat seviyesine ulaştığını bize gösteriyor. Donuk – hareketsiz şekilde değil de tam da bir eylemi yetkinliğe ulaşmış bir estetik ile yaparken resmedilmiş olan bu görseller; çizim konusunda da Saymalıtaş kişisinin sanat geçmişinin sanılandan çok ama çok daha fazla olduğunu bize fısıldıyor.
HALAY şeklinde sıraya dizilmiş kişilerin bir totem, dini ritüel içinde olması ise Saymalıtaş kişisinin din konusunda ilerlediği kadar sosyallik konusunda da bir hayli kendini geliştirdiğini görüyoruz. Halayda sıraya girmiş kişiler arasında bir fark gözetilmemesi sosyolojik olarak HALK ARASINDA BİR TÜR EŞİTLİK olduğunu da ifade edebilen verilerimiz arasındadır.
Bir takım semboller ile eylemleri birleştirip dile getiren Saymalıtaş kişisinin KONUŞMA konusunda da tüm sorunlarını çözdüğünü; bir sistem içinde kaidelere ulaştığını bilinçli tekrarlar sebebiyle gözlemliyoruz.
Yine yapılan bu çizimlerde Saymalıtaş kişisinin atıyla birlikte bir halkaya tutunarak gökyüzüne doğru yol aldığını – uçmağa vardığını da görüyoruz.
Kurganlarda ise uçmağa varan bu kişinin yanına konan eşyalar sebebiyle ölümden sonra dirilmeye veya olsun ki bir tür reenkarnasyona inandıklarını devam eden nesnel veri ile gözlemliyoruz.
Kurganlara konulan eşyalardaki ince el işçiliğine baktığımızda bu kişinin madeni çok iyi bildiğini, çok büyük bir ustalıkla işlediğini ve manevi anlamlar yüklediğini de yine görmekteyiz.
Bu gördüğümüz Saymalıtaş’ın tarihini milattan önce 14 bin olarak belirliyorlar. O da EN AZ…
Bütün bunlar ne demek oluyor?
Kültür demek oluyor.
Kültür nedir başlıklı yazımızda, bir giriş yaptığımız kültür konusunda genel çerçeveye ek olarak bu bilgileri eklemek zorundayız.
14 bin yıl öncesinde Avrupa kişisi diye kendini tamamlamış birine rastlamıyoruz.
14 bin yıl önce Hint kişisi diye kendini tamamlamış birine de rastlamıyoruz.
14 bin yıl önce Mısırlı diye kendini tamamlamış bir kişiye de rastlamıyoruz.
14 bin yıl önce Çinli diye kendini tamamlamış bir kişiye de rastlamıyoruz.
14 bin yıl önce Fars – Pers diye kendini tamamlamış birine yine rastlamadığımız gibi Rus diye de yine buralarda kendini tamamlamış birine rastlamamaktayız.
Belki oralarda birileri vardır ama bir sosyal bilince ulaşmış bir kişi, hele ki kitlesel bilince ulaşmış birileri ortalarda yok.
Medeniyet, kültür ise dediğimiz gibi çok sonraki işler.
Kaldı ki ne dedik az önce; Saymalıtaş kişisinin bu ustaca çizimlerinde kayalara çizdiği görsellerde bu işlerin çok önce yapıldığını da aynı zamanda bize ifade ediyor.
Yani atı biz evcilleştirdik, buraya da çizdik diyor. ATI DÜN EVCİLLEŞTİRMEDİK. TEKERLEĞİ DÜN BULMADIK. ÖNCE TEKERLEĞİ SONRA ARABAYI İCAT ETTİK. TARIMA DA BAŞLAYALI ÇOK OLDU demektedir Saymalıtaş kişisi bize.
Bir veya iki gün önceki edinimlerini bizimle paylaşmıyor. Yani fizyolojik, sosyolojik, AİDİYET, itibar gibi konuları aşmış ve sanata dine ulaşmış bir SAYMALITAŞ kişisi ile karşı karşıyayız.
Bu ne demektir?
Demek oluyor ki Saymalıtaş kişisi AİDİYET sorununu çözmüş.
Nasıl çözmüş?
Kitle olarak kendine bir ad verip devletini inşa ederek tabi ki.
Keza birey olarak değil burada kitle halinde sanata, dine geçmiş kişileri görüyoruz. Bu da kitle olarak aidiyet sorununu çözen insanları bize ifade eder.
Bu durumda SANATSAL VERİLERE bakarak, bu kişilerin DİL, DİN gibi kavramları bir devlet ortamı içinde, sistemli bir şekilde; güvenli yaşamlarında sürdürdüğünü rahatlıkla söyleyebiliriz.
Peki, Saymalıtaş kişisi kimdir?
Bu soruya tekil kişi bazında başka bir yazıda yer vermek istiyorum.
O sebeple şu soruya burada cevap vermek istiyorum; SAYMALITAŞ’TA KİMLER YAŞIYORDU?
Gördüğümüz kadarıyla insanlar eşit.
İnsanlar ayrım olmaksızın tarım yapıyor, arabaya biniyor ve uçmağa varıyor.
Doğuyor, yaşıyor ve ölüyor.
İnsanca bir yaşam şekli hakim.
Bir devlet, bir kültür, bir sanat, bir din söz konusu.
O devleti kim kurduysa elbette ki sanatı da kültürü de dini de o geliştirdi.
Ama bu devlette yaşayan kişilerin eşitlik ilkesi ile ayrım gözetmeksizin yaşamaları bizim bu yazıdaki konumuz. Öncelikle DEVLETİN SINIRLARINI anlayalım.
Çünkü TACİKİSTAN’da KARATAU’da görülen ilk kişinin 10 binler 100 binler yıl ile aşama aşama Saymalıtaş’a Tamgalısay’a kadar geldiğini görüyoruz.
Aynı kişi yanı başındaki ve bugün ÇİN diye adlandırılan bölgeyi bırakıp neden Kazakistan’a kadar gelsin?
HİNT olarak adlandırılan bölgeyi bırakıp neden sadece KAZAKİSTAN’ı hedef alarak ilerleyen bir hareket biçimi içinde olsunlar?
Rahmetli Kazım Mirşan’ın ifadelerine göre zaten böyle olmadığını görüyoruz.
Atatürk döneminde yazılan tarih ders kitaplarında da böyle olmadığını görüyoruz.
Kaldı ki Kazım Mirşan, Atatürk dönemi tarih eğitimi ile büyümüş bir kişidir. Değerli Mirşan’ın Atatürk eğitimi ile almış olduğu bilgilerin üzerine detayları eklemesi bizi şaşırtmaz, sevindirir.
Kine, hasede, kıskançlığa, hastalığa sürüklemez. Onur duyarız. Adını gururla her yerde söyleriz.
Keza bugün Atatürk’ün Tarihe Bakış Açısını onun kadar bu netlikte destekleyen araştırma ve bulgular ortaya koyan başka bir isime rastlamıyoruz.
Atatürk tarih kitaplarından devam edecek olursak; Avrupa’da taş devrinde yaşayan mağara kişisine TÜRK, madeni götürüp ona madenciliği öğretiyor; aradaki tarihsel sürecin diğer izleri Avrupa’da yoktur. Neden? Yoksa o dönemde Avrupa kişisi bir Orta Asya ziyaretine mi çıkmıştı? Her neyse Türk Avrupalıyı eğitiyor. Bu noktada Türk kişisinin madenden önce kumaşı bilmiyor olması imkansızdır.
Ancak Avrupalılar bugün sırf tekstil konusunda bir takım tezler ile DOĞU TÜRKİSTAN’daki kıyafetli mumyaların bizzat kendisi olduğu yönünde aymaz açıklamalar yapabilmektedir.
Bakın Kürt adlı kişi, hiç olmazsa şu yukarıda adını saydığımız kültürün içinde büyümüş bir kişi. Ama Avrupalı konuya neredeyse sonradan dahil olmuş bir kişi.
Karatau’da insanoğlu burnunu mağaradan dışarı çıkardığında yanında Avrupalı kişisi yok. Başka mağara adamları var.
Bu kişilerden birisi meziyetleri sebebiyle öne çıkıyor. Diğerleri tarafından KUTSAL ilan ediliyor. O da bu kutsallığın hakkını vererek halkı bir arada tutup, koruyup, geliştirip, hayatı kolaylaştırıyor. Çok lazım oluyorsa o koruma altındaki kişiler için vahşi hayvanlarla veya niyeti bozmuş başka insanlarla dövüşüyor.
Avrupalı mekan olarak bir kere bu alanda yer almıyor.
Ama KÜRT adlı kişi bütün bunlar olurken orada bulunuyor.
Fakat Kürt adlı kişi, devlet sınırları içinde yaşayan bir kişi; olsun ki güvenlik sebebiyle, olsun ki fizyolojik sebeple. Ancak KESİNLİKLE AİDİYET DUYGUSU İLE devlette bulunmadığını özellikle bugünkü tavırları sebebiyle bilmekteyiz. Bu tavırların örnekleri, geçmişte de mevcuttur.
Ayrıca bu kişi ne kendine ayrıca bir kültür yapmış, ne zahmet etmiş, ne tenezzül etmiş fakat biliyor.
Neyi biliyor?
Kültürü biliyor?
Hangi kültürü biliyor?
Diyorlar ki Hint – Fars – bilmem ne… Hintliler gibi meditasyon yapan bir tane, fazla değil bir tane Kürt kişisi göstersinler bana; ben de bu satırları kaldırıp atayım.
Komik olmasınlar. Hint denilen karabenizli kişi henüz mağarada, Çin denilen kişi henüz mağarada didinirken, Fars kişisi henüz sahnede değilken; diğerleri de mevcut bir devlet sayesinde GÜVENLİ OLMA seviyesini yaşıyorken Kürt kişisi tutup bunların kültürünü mü alacakmış, alt kimliği - kültürü mü olacakmış?
Üstelik bu adı geçen kişiler o zamanlar varsa bile sanat – din seviyesine ulaşmış filan değiller. Çünkü eserlerini görmüyoruz.
Bu da BİR TAMAMLANMIŞ OLMA HALİnin mevcut olmadığını gösterir.
Bu tamamlanmışlık Saymalıtaş kişisinde mevcut.
O kişi de Avrupalı, Hint, Mısır, Çin gibi bir öze sahip olmadığı gibi Kürt filan da değildir.
Çünkü kendini Kürt olarak ifade eden kişinin taşıdığı mevcut sanata baktığımızda primitf dönem Türk sanatını görüyoruz. Anenelere baktığımızda bütünüyle olmadığı gibi büyük oranda yine primitif dönem Türk geleneğini görüyoruz. Din konusunda ise Kürtler tam bir açmaz içindedir. Çünkü kitle olarak şimdiye kadar Kürt kişisinin hangi inanca dahil olduğunu ve buna göre neler yaptığını kendileri dahil olmak üzere hiç kimse bilmemektedir. Kürt dini inancına yönelik ne bir mabet, ne bir put, ne bir totem bulunmamaktadır.
Ayrıca dil olarak da Kürtçede primitif Türk dönemden çokça kelime mevcuttur. Ama Hintçe yoktur. Çince yoktur. Farsçanın bulunması ise son dönemlerdeki yakınlıkları sebebiyledir.
Neden yakınlar?
Tam olarak yukarıdaki açıklamaları Fars için de söyleyebiliriz de o yüzden. Son olarak; Kazım Mirşan’a kulak verelim. Kürt kelimesinin ÖN TÜRKÇEDEKİ ANLAMI federasyon dönemi şekli ÖKÛ-ERT. Anlamı, aşiret beyi. Yönetme yetkisi olan. Bugün bu ifade ile BAŞKÛRDİSTAN diye bir Türk yerleşkesi de hâlâ daha bulunmaktadır. Baş Eyalet - Baş Yönetim yeri. Bu zamanla Kürt ifadesi oluyor. ÖKÛ-ERT ifadesini gördügümüz yerlerden biri de ELEGEŞ ANITI. Yani Kürt adlı kişi, geçmişte bir kitleyi temsil etmemiştir. Türk Devlet yapısı içinde alt grupta bir ÖKÛERT tarafından yönetilmiş bir grup insan söz konusudur. Bu kişilerin kaç çeşit olduğu ve aralarında kan bağı olup olmadığını şu an net olarak bilmemekle beraber çok da ilgilenmiyoruz. Fakat bugün KÜRT olarak kendini ortaya koyan kişiler, hangi Ökûert tarafından bile yönetildiğini bilmeyecek kadar mazilerinden kopuktur. Tarihsel, kültürel bir birliği sağlayamadıklarının sebepleri ise bu yazının konusu değildir. GÖRSELLER : SAYMALITAŞ'tan internette bulunan görseller. Daha detaylı görsel edinmek isteyenler Servet Somuncuoğlukitaplarını alabilirler.