İBRAHİM ÇALLI
SABIRSIZ ÇALLI
Hemen Sonuç İsterdi
1914 döneminin sanatçıları arasında, kendini özel kılan sebeplerden dolayı adı en çok duyulan, yaygın bir üne kavuşan, ekol şefiymiş gibi parlayan bir ressam olmuştur. Sadece kendi kuşağının değil Türk resminin de sembolü olmuş gibiydi.
Çallı'nın canlı ve enerjik karakteri, sosyal yönünün güçlü olması ve renkli dünyasının oluşu dilden dile dolaşan fıkralara dahi yol açmıştır.
Tanrı vergisi yeteneğinin inkar edilemez oluşu, renklerle dans eder gibi bir havayı tabloya yansıtması kadar, aceleci, sabırsız, hemen sonuca gitme hevesi onu özensiz bir desene yönlendirmiştir. Portre, kompozisyon, natürmort, peyzaj türlerinde eserleri bulunan Çallı, Resim ve Heykel Müzesindeki iki büyük 'ÇIPLAK', giysisiz kadın vucuduna yanaşmaktan korkan Türk Resminin bu türde ilk örneklerini sanatımıza kazandırmıştır. Mevleviler, Galata Mevlevihanesindeki ayinleri konu almıştır. Bu tablosunda bir çeşit Ekspresyonizm uygulamıştır. Fırçasıdan beklenmeyen bir üslupla yepyeni görüşlü düzenlemeler yapmıştır. Son dönemlerinde portre ve figürlerden uzaklaşmış, kendini çiçeklere, çiçekler içinde de manolyalara vermiştir. Resim ve Heykel Müzesindeki Manolyalar tablosu, enbaşarılı eserleri yanında yer alacak değerdedir.
FEYHAMAN DURAN
Bir Portre Sanatçısı
Özellikle portre ressamlığında Çallı'ya üslup bakımından en yakın ressam gibi görünüyor. Ne var ki 'Akil Muhtar', 'Akil Muhtar'ın Annesi', 'Güzin Duran', 'Ressam Ali Rıza' portrelerinde Çallı'ya kıyasla daha dengeli - özenli bir desen, daha ağırbaşlı bir çizim göze çarpar. Memlekete döner dönmez bütün gücünü portre çalışmalarına yönlendirmesiyle Türk Resminin ilk portrecisi oldu ve bu türde en başarılı sanatçı olarak kendini ispat etti.
Heybeliada'nın ünlü kişilerinden olan Mısırlı Abbas Hilmi tarafından Paris'e güzel sanatlar akademisi okumak için gönderilen Feyhaman, dört beş yıl Jean - Paul - Laurens ve Cormon'un atelyelerinde çalıştı. Döndüğünde akademik sınırdan kurtulmuş ve fırçasını rahatça kullanmıştır. Renk uyumuna önem vermiş ve bu anlamda bir teknik geliştirmiştir.
Galatasaray Yurdu'nda açılan sergide usta bir sanatçının başarısı oalarak dikkati çeken 'Akil Muhtar' portresi, Feyhaman'ın ömrü boyunca uygulayacağı bir teknik manifesto sayılabilirdi. Sağlam desen, şeffaf, karanlıktan kaçınan renk, modele benzeyiş, valör doğruluğu, Empresyonizm'den nem kapmış ışık ve gölge uygunluğu temel niteliklerdir. Yaşlandıkça portreden uzaklaşmış ve çiçeklere, tabiata yönelmiştir. Deniz sevgisi uyanmış, paleti açılmış, renkleri daha da parlak kullanmıştı. Son resmi saksı içinde kırmızı çiçekler olmuştur.
HİKMET ONAT
Tabiatın Fırçası
Bir kaç figür, Birinci Dünya Savaşı ile ilgili birkaç düzenleme 'Harbe Giderken', 'Çanakkale'de Siper', 'Köyden Mektup'adlı eserlerini hesaba katmazsak bütün sevgisini tabiat-manzara türü olan 'Peyzaj'a ayırmıştır. 1910'da devlet bursu ile Paris'e giden sanatçımızın hayatını oldukça 'mazbut'olarak ifade edebiliriz. Çok erken bir dönemde yolunu çizmiş, inişi çıkışı olmamış, çalkantılar ve polemikler içinde kendini yormamış ressamımız Paris dönüşü yaptığı büyük bir resimle yoluna sağlam başlamıştır. Beşiktaş kıyısından bir görünüm olan resimde ön plandaki balıkçı kayıkları, tatlı harelerle akislerini durgun sulara vuruyordu. Arka planda, şimdi yok olmuş evler, çam ağaçları, akşam güneşinin sarı, turuncu buğuları içinde beliriyordu. Eski denizci, denizden ayrılmış olmanın hasretini İstanbul kıyılarında gideriyor gibiydi. Beşiktaş'ta Kabataş2ta, Salacak'ta sandallar, balıkçı kayıkları, yelkenlerini açmış ya da toplamış mavunalar, renkli teknelerinin, direklerinin, ip ve zincirlerinin akislerini durgun sulara vururlar. Bunlar Onat'ın başlıca konularıdır. Ancak tarz olarak öğrencilik yıllarında Paul Chabas'ı, Zorn'u, Rene Menard'ı sevmiş olduğu hissedilir. Chabas'dan güzel bir kopya atölyesinde görülmüştür. Emprestyonistlerden de etkilendiği gözlerden kaçmaz. Onat, Monet'in tekniğini tam uygulamasa da İstanbul tabiatı onu, kendiliğinden bir çeşit Empresyonizme taşımıştır.
ŞEVKET DAĞ
Çini Sevdalısı
Malik Aksel'in bir kitabında özellikle yer ayırdığı sanatçımız için yazılan satırlar sanıyoruz ki onu tanımamızın en güzel ve kestirme yolu olacaktır: ''Memlektimizde resimle meşgul olup da ressam Şevket Dağ'ı tanımayan yoktur. Senelerce Ayasofya'da çalışan ve bu yüzden romatizmaya tutulduğunu söyleyen Şevket Dağ, Yeni Camiin, Rüstem Paşa'nın, Sarı Sultan Selim türbesinin çinilerini de pek sever. Onlardan vakit bulduğu zaman kopyalar yapar, sütun başlıklarının hesaplarını not defterine kaydeder, bu notları bir sanat taassubuyla muhafaza ederdi. DAĞ, resim sanatının önem verilmediği devirlerde bu sanatı sırf kendi şahsiyetiyle hürmet edilir bir hale sokmuş, imzasını senelerce palet şeklinde atmış, ondan sonra Rumelihisar'ında yaptırmış olduğu yalının en görülecek bir kısmına palet kabartması ilave ettirmiştir. Sahilden vapurla geçenler, bu paletle ressamın bulunduğu evi tanırlardı. Son zamanlarda Amerika'dan gelen oğlu bu hatırayı nedense hoş görmedi, onu oradan kazıttırdı. Evinde emekliye ayırttığı bir paletini de çerçeveletip duvara koymuştu ki bu hal ressamın mesleğine ne kadar düşkünlük gösterdiğinin en güzel ifadesidir. Şevket Dağ, memlekette resmin gizli yapıldığı devirlerde o pehlivan cesametiyle göğsünü gere gere resim yapmış, şövalesini istediği yere dikmiş, her türlü tehlikeye karşı koymuş,m resmin günah olduğunu söyleyenlere bunun kudsiyetini bile telkin etmiş ve her yerde ressam olduğunu söylemiş, en mütenasip çevrelerde sergiler açmış, mesleği ilem övünmüş mesleğini herkese saydırmış, neticede haklı olarak da memlekette şöhret kazanmıştır.''
RUHi AREL
Türk Aşığı
1909 yılında açılan Avrupa Yarışmasına Onat'la birlikte girmiş, kazanmış, onunla Paris'e giderek Cormon atelyesinde çalışmıştır. Tam bu noktada Celal E. Erseven'in Türk Sanat Tarihi'ne düştüğü satırlar arasından şu bilgilere yer vermemiz gerekir : 'Ruhi, bir milliyetçi ve halk çocuğu idi. TÜRK'e ait her şeyi büyük bir bağlılıkla severdi. Türkün yaşayışı, eşyaları, kıyafetleri ona ilham kaynağı idi. Avrupa'da tahsil ettiği halde garplaşmamış, idealist bir milli ressam olarak kalmıştır. Eserlerinde en göze çarpan cihet, Türk işleme ve halılardaki renkleri ve ahengi hatırlatmasıdır.'
Ruhi'nin YAŞMAKLI KADIN, Gergef İşleyen, Kur'an Okuyan Hoca, Zelzele Felaketzedeleri, Taşçılar gibi resimlerine bakınca onun hem Onat'tan hem dönem arkadaşlarından büyük bir farkla ayrıldığı anlaşılır. Kısa kısa fırça vuruşlarıyla dokur gibi işlediği tabloları Arseven2in işaret ettiği halı ve işleme niteliğini taşır. Görseldeki 'ATATÜRK'Ü KARŞILAMA' eserinde saki üslup değiştirmiş, belki de konunun etkisiyle bir naif - safyürek ressamı oluvermiştir. Oysaki Ruhi, tablolarında görülen işlemeci ve ağır tekniğine karşın, sağlam bir desen ve biçim olanağına sahipti. Gösterişli ustalık oyunlarıyla, çizgi ve renk fantezilerine yanaşmamış, her konunun havasına uyarak içten, yapmacıksız bir zanaat işçiliği göstermiştir.
ARİF KAPTAN - SOYUT
Yalnız Paris'ten değil Almanya'nın sanat şehri Münih'ten 1928'de dönen "Müstakil Ressamlar ve Heykeltraşlar Birliği" adı altında toplanmışlardı. On beş kadar ressam ve heykeltraşı biraraya getiren bu yeni sanat kurumu, ilk sergisini bir yıl önce Ankara'da Etnoğrafya Müzesinde açmıştı. İkinci sergi İstanbul'da, Cağaloğlu'ndaki Türk Ocağı'nda açıldı. Vakit gazetesinin 1928 Mayıs sayısında sergi üstüne yazılan haber şu şekildedir:
"Müstakil Ressamlar ve Heykeltraşlar Birliği'nin ilk resim ve heykel sergisi dün Türk Ocağı'nda açıldı. Birliği teşkil eden genç ressamlar, diğer ressamlardan ayrılmışlar, ayrı bir birlik teşkil ederek geçen sene Ankara'da bir sergi açmışlardı. Bu münasebetle dün açılan sergi, genç ressamların ikinci sergisi addedilebilir. Bu serginin maksadını gençler, kısa ve mütevazi satırlarla şöyle işaret ediyorlar. Memlekette sanat cereyanı ve meşherlerinin çoğalması ile halkın rağbetini celbetmek ve sanat meraklılarına bir mukayese sahası hazırlamak...
Gençlerin bu temennilerinde muvaffak olmaları muhakkak telakki edilebilir. Dünkü küşat resminde gösterilen canlı alaka, bu tahakkuk yolunda canlı bir işaret teşkil ediyor. Büyük şair Abdülhak Hamit tarafından küşat edilen sergi, seksen kadar eserden terekküp ediyor. Bunlar arasında Muhittin Sebati, Cevat, Hale Asaf, Nurullah Cemal, Mahmut Cemalettin, Ali Avni, Ahmet Zeki, Şeref Kamil, Refik Fazıl beylerin tablolarıyla, Muhittin Sebati beyin dört heykeli var. Eserler portre, peyzaj, natürmort ve poşatlardan terekküp ediyor ve meşher Realist, Ekspresyonist, Natüralist ve biraz da Kübistleri bir arada toplayan serbest bir sanat kürsüsüne benziyor.
Serginin belli başlı eksikliklerinden birisi memleket resim ve görüşlerinin azlığıdır. Mesela memlekete ait 5 -6 intibaa mukabil 10 tane Paris'e ait tablo var. Bunun bir sebebini belki gençlerin ekserisinin tahsillerini Paris'te yapmış olmaları teşkil ediyor. Fakat bu öyle bir nokta ki, ne deolsa işaret etmekten kendimizi alamıyoruz. Bunlarla beraber sergi, muvaffakiyetle dolu ve ümit verici bir merhaledir."
D GRUBU
Müstakil Ressamlar Birliği'nden birkaç yıl sonra, 1933'te kurulan D Grubu topluluğunun kuruluş nedenleri üstünde uzunca durmak gerekir. Modern sanatın çağa uygun biçimleri, Trük resim sanatının Batılı karakteri içinde kristalleşmeye başlaması bu grubun sanat hayatımıza atılmasıyla başlar. Fikret Adil, 1947'de yayımladığı "D Grubu ve Türkiye'de Resim" broşüründe şunları yazar:
1933 senesi Eylülünde Cihangir'deki Yavuz apartmanının beşinci katında ressam Zeki Faik İzer'in evinde beş ressam ve bir heykeltraş toplanarak bir sanat cemiyeti teşkil ettiler ve adını D Grubu koydular. D Grubu ilk sergisini 8 Teşrini-evvel 1933'de Beyoğlu'nda Narmanlı Hanının altındaki Mimoza şapka mağazasında açtı. Yalnız desenlerden ibaret olan bu sergi, mağazanın alt ve üst salonlarını doldurmuştu. Grubun azaları, daima olduğu gibi alfabe sırası ile şunlardı : Nurullah Berk, Abidin Dino, Zeki Faik İzer, Elif Naci, Cemal Tollu ve heykeltraş Zühtü Müridoğlu."
D Grubunu kuran altı genç sanatçıyı kısaca şöyle ifade edebiliriz: Biri fikir - entellekt yönü, öteki kabaca "zanaat" diyebileceğimiz işçilik - teknik yönü. Tablo, Claude Monet'in deyimiyle "tabiata açık pencere" de olsa, doğrudan doğruya tabiattan etkilense de o pencereden görünenin kişisel bir yoruma, bir çeviriye dayanması gerekliydi. Emile Zola'nın "Sanat, bir mizacın süzgecinden geçmiş tabiattır." sözü, dış dünyaya sıkı sıkıya bağlı olan için de geçerliydi. Ressam, eserinde, tekniğiyle fikrini, entellektini atbaşı yürütecekti. Fotoğrafın icadı, sinema, resmin endüstride olduğu kadar sosyal hayatın bütün dallarında "vülgarize" edilmesi - yığınların anlayabileceği biçimlere dökülmesi- sanatçıyı yeni görüş, duyuşlara, yeni teknikler, araç ve gereçlere doğru götürüyordu. Yorumlama faktörü gitgide genişleyen bir yer almıştı plastik sanatlarda ve yorum, ancak ve ancak fikir spekülasyonunun ürünü olabilirdi.
1941 ve YENİLER GRUBU
İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi, 19. yüzyıl sonlarına doğru kuruluşundan sonra iki önemli değişme görmüştü. Biri 1928'lerde Namık İsmail'in diğeri 1937'lerde Burhan Toprak'ın müdürlüğünde. Bundan başka Akademi, eğitim kadrosu genişlemiş Avrupa'dan çağrılan ünlü sanat adamları, bölümlerin başına geçirilmişti. Böylece Leopold Levy, resim bölümü başkanı olmuştu. Bu sırada İbrahim Çallı, Hikmet Onat, Feyhaman Duran gibi eski hocalar atelyelerini muhafaza ediyordu. Levy, çok yerinde bir kararla öğrencileri eski hocaların elinden almamış, atelyelerini kapattırmamış, sadece genç ressamlardan seçilen kimi elemanları kendine yardımcı seçmişti. Böylece Bedri Rahmi Eyüboğlu, Cemal Tollu, Zeki Faik İzer, Nurullah Berk, Sabri Berkel akademinin öğretim kadrosuna alınmıştı. Levy Fransa'da, özellikle 1928-30 yıllarına kadar epeyce tanınmış bir ressamdı. Eski ustalardan Corot, yenilerden Derain çizgisinde çalışan, Fransız güneyinin görünümlerini başarıyla canlandıran bir açık hava ressamıydı. Bu hocanın çalışmaları kısa sürede sonuç vermiş ve atelyesinde çalışan birkaç genç ressam 1940'larda YENİLER GRUBU adıyla toplanarak sanat hayatına atıldılar. Bunların arasında adı geçenler Nuri İyem, Ferruh Başağa, Avni Arbaş, Selim Turan, Fethi Karakaş, Mümtaz Yener, Turgut Atalay, Nejat, Agop Arad, Haşmet Akal. D grubunun kurucularından Abidin Dino da bu grupta yer almıştır.
Yeni gençler, sanat görüşü bakımından belli bir çizgide toplanmıştı. Onlarca sanat, özellikle de resim, toplumun sorunlarıyla yakından ilgilenmeli, yaşantısını yansıtmalı, halkın günlük çalışmalarının olduğu kadar sevinç ve dertlerinin aynası olmalıydı. Genç ressamlar D grubunun bu bakımdan hiç katkıda bulunmadığını, Avrupa sanat eğilim ve tekniklerini memleketimize aktarmakla yetindiğini, toplum sorunlarına yabancı kaldığını ileri sürerek eyleme geçmişti.
"Yeniler" ilk sergisini 28 Mart 1940 yılında Gazeteciler Cemiyeti'nin Beyoğlu'ndaki lokalinde açtı. Serginin toplu bir konusu vardı; Liman, liman görünümleri, liman yaşantısı, İstanbul limaniyle ilgili değişik sahneler. Bu sergide görülen resimler, modern resmin estetiğinden uzak, gerçekçi bir anlayışın izlerini belirtiyordu. Grup 1955'e kadar İstanbul'da ona yakın sergi açmakla beraber, ilk gösterilerinde savundukları toplumcu, gerçekçi çizgiden yavaş yavaş ayrılmıştı. Avni Arbaş, Selim Turan, Nejat gibi belli başlı elemanlarının Fransız bursu kazanarak 1946'da Paris'e gitmeleri, zaman aşımı gibi faktörlerin çizgiden ayrılmalarında rolü vardı. Nitekim içlerinden kimileri, Fransa ve İstanbul'da soyut denemelere girişmiş, başlangıç iddialarının tam karşıtı sayılan bir sanat anlayışına yönelmiştiler.
Yeniler, kuruluşlarından bir süre sonra dağılmaları;
Toplum sorunlarına eğilmek olan ilk parolalarından dönüşleri nedeniyle, sürekli bir eyleme geçemediler. Çağın genel eğilim ve anlayışları nları belli konulardan, temalardan uzaklaştırdı. Daha özgür, daha "modern çalışmalara götürdü.