top of page

TARİH 1 - 1932 -Mf. V. - TTT 

II - Büyük Türk Tarih ve Medeniyetine Umumi Bir Bakış

II - BÜYÜK TÜRK TARİHİ VE MEDENİYETİNE UMUMİ BİR BAKIŞ

TÜRKLERİN ANAYURDU

Türklerin Anayurdu Asyadadır. Asya, Ege Denizinden Japon Denizine; Hint Denizinden Şimal Buz Denizine kadar uzanan ulu bir kara parçasıdır. 
 

Şarkta Büyükdeniz  sahillerinde Kora ve onun cenubunda yarım daire şeklinde denize girmiş Çin kıt’ası vardır.
 

Cenupta deniz doğru mühim çıkıntı, Büyük Hint Yarımadasıdır. Bunun şarkında Sumatra, Cava, Borneo, Filipin adaları arasına doğru uzanan Çin Hindi Yarımadası ve Hint garbında Arap Yarımadası göze çarpar.

Garpta Karadeniz ve Akdeniz içine uzanan Anadolu vardır. Bunun şimalinde Anadolu gibi büyük Asya kıt’asına bağlı olan Avrupa bulunur.
 

Avrupa beş kıt’adan biri diye sayılmasına rağmen hakikatte ayrım bir kıt’a değildir. Asyanın garba doğru bir çıkıntısından ibarettir.
 

Şarktan garba inen yaylalar, Asyanın belkemiğini teşkil eder. Bu yaylaların genişliği ve yüksekliği orta kısımlarda heybetli derecelere varır. Himalaya silsilesi, Hazar Denizi ve Baykal Gölü arasında bulunan yaylalar dünyanın en yüksek ve en geniş yaylalarıdır. Göklere baş uzatan dağlar ve korkunç kum çölleri ile yemyeşil sevimli su boyları bu sahada yan yana gelmiştir.
 

Büyük Kadıgan (Kingan) dağlarından Baykal havzasına, oradan Altay dağları boyunca İtil havzasına vararak, Hazar Denizi havzası, Hindukuş, Pamir, Karakurum, Karanlık dağlar yolu ile ve Sarı Irmakla beraber Kingan dağlarına ulaşan çizgi içinde kalan mıntıka Türkün Anayurdudur.
 

Ortaasyanın cenubunda yükselen Himalaya dağları, Çin içlerinden başlıyarak şarktan garba uzanan ve Kafkaslardan Kırımın içine kadar varan büyük bir silsiledir. Bu silsilenin göklere 8840 metre uzanmış ehramları aşılarak şimale, Baykal istikametine ilerlendikçe, Karakurum, Altın, Üstün, Arka ve Karanlık dağların sıra gövdelerile karşılaşılır. Bunlardan sora Pamir kökünden ayrılıp Çin Türkelini ikiye bölerek Turfan ilerisinde Gobiye saplanan Tanrı dağlarına varılır. Daha şimalde Sibire doğru cephe almış Altaylar gelir. Balkaç ve Aral gölleri şimalinde ucu bucağı belirsiz otlaklar uzanır.
 

Ortaasyanın cenubunda Çinin, Hindin sulak ovaları ve İran yaylaları, şimalinde de Sibir vardır.

Tarih devirlerinden binlerce yıl evel Türk anayurdunda şimdi yerlerini çöller, kumsallar, bozkırlar, bataklıklar, sığ göller tutmuş engin içdenizler vardı.  İlk medeniyetlerin gür filizleri bu denizlerin kıyılarında ve bunlara dökülen derin ırmakların şirin ve feyizli vadilerinde fışkırmıştır.

 

UMUMİ MUHACERETLER VE MEDENİYETLER
dünyanın başka taraflarında, insanlar, daha kaya ve ağaç kovuklarında en koyu vahşet hayatı yaşarken Türk , Anayurdunda kereste, maden medeniyetleri devirlerine kadar ulaşmıştı. İnsanlıkla hayvanlığı hakiki ve bariz surette ayıran devir, hayvanları ehlileştirme devri, en evel burada açılmış; tabiati insan iradesine boyun iğdirerek işletmenin ilk mehalesi sayabileceğimi çiftçilik, burada başlamıştır. Arpa, buğday, çavdar gibi tanelerin; koyun, keçi, at, deve gibi hayvanların menşei de burasıdır. Dağlarda bunların asılları olan yabani cinsler bugün dahi bulunmaktadır.
 

Kafkas dağlarından Tanrı dağlarına ve oradan Gobi çölleri boyunca şarka uzanan kadim Türk Denizi, saydığımız Uludağları örten buzların verdiği sularla besleniyordu.  Türkler burada tabiatın elverişli şartları içinde gayet çabuk çoğalmışlardı.
 

Cümudiyeler Devri nn sona ermesi, Bütük Türk Denizi havzasındaki iklim şartlarını değiştirdi. Yavaş yavaş çekilen buzlar, Asyanın şimali ile en yüksek dağlarına munhasır kaldı. Sular azaldı. Gitgide daralan denizlerin yerinde göller, bataklıklar kaldı. Irmaklar, çaylar cılız derelere döndü; bunlardan birçokları kurudu. Yeni kara parçaları meydana çıktı. Bol yağmurla sulanan yeşil ovalar, kurak ve çorak çöller haline girdi.
 

Diğer bir tabiat hadisesi kuraklığın doğurduğu hayat güçlüklerini artırdı. Bu hadise şimalişarkiden esen rüzgarların çokluğu ve sertliği idi. Bu rüzgarlar Ortaasya sularının tebahhurundan husule gelen su buharlarını Ortaasya cenubundaki ülkelere götürürdü. Buna mukabil rüzgarların Ortaasyaya getirdiği şey yalnız bitmez tükenmez kumlardan ibaretti. İşte böylece Ortaasya kuruduğu nispette kum istilası altında kaldı ve milyonlarca insan barındıran ellerde hayat şartları kısırlaştı. Buzların çekilmesi ve geniş içdenizlerin aradan kalkmasile, Ortaasyanın garba kapıları, arkasına kadar açıldı. Ondan sora Ortaasya binlerce yıl zarfında Çine, Hinde, Önasyaya, Şimali Afrikaya ve Avrupaya dalgalarını taşıran büyük bir insan denizi oldu (Harita 1). Yük taşıyıcı yaban hayvanlarının işe alıştırılması da bu devirde çok büyük ölçüde arttı. Bundan yedi asır eveline kadar (en az 9000 yıl), kâh önünde durulmaz yıkıcı ve yutucu seller, kâh kumlar altında gizli sular gibi yürüyen büyük Türk Göçleri  ve akınları muhaceret ve temdin faaliyetine devam etmişlerdir. İklim değişikliğinin hangi sebeplerden ileri geldiği hakkındaki tetkikler bugün birçok alimlerin hâlâ üzerinde çalışmakta oldukları bir mevzudur. 
 

İklim tebeddülü Anayurtta kalan Türklerin tarihleri ve içtimai hayatları üzerinde de başkaca tesirler göstermiştir. Bu tesirlerin başlıcaları şunlardır:
 

a)      Tğrk ırkının bir kısmını göçebe hayatla yaşamağa mecbur etti. Göçebelik Türk tarihinde iklim tahavvülü neticesi bir zaruret olmuştur.
 

b)      Türk yurtlarının bir kısmının step haline gelmesi Türk ırkının hayati, iktisadi menfaatleri birbirinden farklı, mütezat iki zümreye bölünmesini mucip oldu.

 

c)       Şehirler göçebe Türklerin istilalarına maruz kaldı.

ÇİN

Daha eyi iklimler aramağa çıkan Türkler, ayrıldıkları sahalara nazaran en elverişli gördükleri yolları tutarak medeniyetlerinin tohumlarile birlikte dört bucağa yayıldılar; çiftçiliğe yarıyacak güzel ovalar, zengin su boyları aradılar. Karşılaştıkları iptidai yerlilerle çarpışarak onları ya başka yerlere sürdüler, ya da içlerine girerek temdin ettiler. Yerlilere nazaran çok yüksek zekaları ve mütekamil silahları ile galebe çalmakta, yerleşmekte ve hükümlerini yürütmekte güçlük çekmediler. Boş buldukları sahalarda ise beğendikleri yerlere yerleşerek oraların otokton ( = autochthone = bir mıntıkanın ilk ve asli ahalisi demektir) ahalisi oldular.

 

Kuruyan Türkelinin şark taraflarında bulunanlar kendilerine yakın olan Çine indiler. Çin çölleşen sahanın ve onu çeviren dağların ötesinde Sarı Irmağın suladığı zengin vadi ile başlar. Bu vadinin garba ve şimale geçit noktaları mahduttur.

 

Çinin ilk devirlerinden bahsolunurken hurafelerle karıştırılarak 100,000 hatta 2 milyon yıla çıkarılan soradan uydurulma menşe efsaneleri bir tarafa bırakılırsa, Türklerin şimali Çine ilk girişlerini milattan en az 7,000 yıl eveline götürmek lazımdır.

 

Yeni bulunan san’at eserlerile fikir ifade edici çizgiler şeklinde yazılara (ideogram) bakılarak, bunların o zamana göre mütekamil bir medeniyet sahibi oldukları, çiftçilik işini eyi bildikleri, göğe, yere, suya, Güneşe, yıldızlara taptıkları tespit edilmiştir.

 

 

Medeni bilgileri, yüksek ve asil ahlakları, saf ve sade itikatleri ile Çine yerleşen Türklerin orada devirler imtidadınca ilerlettikleri medeniyet son asırlara gelinciye kadar dünyanın en ehemniyetli medeniyetlerinden biri olmak vasfını muhafaza etmiştir.

HİNT

Diğer bir göç dalgası Ortaasyadan Hint Yarımadasına yürümüştür. Sint, Ganj, Brahmanputra gibi büyük su damarlarile sulanan ve şimal sınırları heybetli Himalaya tabyaları ile çevrilmiş olan Hint, Türkeline şimalişarki ve şimaligarbide iki dar geçitle açılır. Çinde olduğu gibi Hintte de asıl yerlilerin medeniyeti yoktu.

 

 

Tarihtenevelki  zamanlarda Hint “maymun sürülerine benziyen” kara derili insan kabilelerile meskundu. Saydığımız iki geçitten girerek bunları cenuba doğru sürenler Türklerdir. Bunların Hintte medeniyetlerini yüksek bir dereceye çıkardıkları, Harappave  Mohencodaro da yapılan yeni arkeoloji keşiflerile meydana çıkarılmıştır. Son zamanlara gelinciye kadar, Hint medeniyetinin nispeten yeni sayılabilecek medeniyetlerden olduğu hakkında bir kanaat vardı. Yeni keşifler bu yanlış kanaati düzeltmiş ve kadim Hint medeniyetinin kadim Çin, Mezopotamya ve Mısır medeniyetlerile muasırlığı tahakkuk etmiştir. 

GARBA MUHACERET YOLLARI

Türkün garba binlerce yıllar mütemadi dalgalar halinde devam eden muhaceretleri, başlıca iki yoldan vuku bulmuştur. Bunlardan biri şimal yoludur ki Ural dağlarile Hazar Denizi arasından ve Karadeniz şimalinden geçer; bu geçide “Kavimler Kapısı”  adı verilmiştir. İkincisi cenup yoludur. Bu yol Himalaya şimal ve canup etekleri boyunca garba gider. Cenup yolundan Kafkasları geçmek suretile şimal yoluna intikal eden kafileler de olmuştur (Keltler). Şimal yolu, buzların çekilmesinden sora husule gelen bataklıklar yüzünden cenup yolundan daha müşkülatlı idi. Bu sebeple bu yolu takip edenler gidebildikleri yerlere çok geç vasıl olmuşlardır. Cenup yolunu takip edenler Mezopotamyaya, Anadoluya ve oradan Adalara geçmişlerdir. Önasyaya gelmiş olanlardan Suriyeye sapanlar, Palestin üzerinden Mısıra gitmişlerdir. İberlerin de Hazar civarından bu yol ile Afrika şimaline ve oradan İspanyaya geçtiklerini söyleyenler de vardır. Şimal yolunu takip edenlerden bir kısmı Karadeniz şimalindeki sahalarda, Tuna havzasında ve Trakyada yerleştiler. Çanakkale ve İstanbul boğazlarından geçerek Anadoluya garp yolu ile girmiş olanlar da bu Trakya ve Tuna mıntıklarında yerleşmiş Türk kabileleridir.

ÖNASYA - SUMER - ELAM - ETİ

Türklerin Aşağı Mezopotamyaya inişlerinde ırmak boyları bataklık halinde idi. Cetveller ve kanallarla suların zararını gidermek, toprağın muntazam sulanmasını temin etmek için bu muhacir kafilelerin gösterdikleri kabiliyet ve meharet daha ilk geldikleri zamanda dahi medeni seviyelerin yüksek olduğuna delil sayılmaktadır. Bunların bir taraftan Dicle ve Fırat, diğer taraftan Kerka ve Karun ırmakları boylarında ve ağzılarında kurdukları medeniyet gerek güzel san’atlerin ve gerek siyasi ve içtimai hayatın inkişafı noktalarından çok feyizli olmuştur. Bu medeniyet Sumer – Elam medenyeti unvanlarile anılır.

 

Türkün en az yedi bir yıldan beri gelip yerleşerek kendine mukaddes yurt edindiği Anadolu da yapılan taharrirler, bugün milattan evel 4.000 yıla çıkarılan Anadolu – Eti medeniyetinin kıdemini, her an birkaç asır maziye götürmektedir.

 

Anadolu medeniyetinin, Mezopotamya veya Mısır medeniyeti kadar eski olmadığı iddiası varit değildir. Zira dediğimiz gibi Mezopotamya ile Anadoluyu işgal eden insanlar ayni ırktan ve ayni menşedendirler. Bir itibarla geldikleri yerlerden ayni devirlerde ayni medeniyeti getirmiş olmaları tabiidir. Alişar höyüğü hafriyatı derim tabakalare doğru indikçe elde edilen eserler, ve Karkamış harabesinin daha altında bulunan birinci Karkamış eserleri bu hakikati teyide hizmet edebilecek delillerdir.

 

Anadoludaki Eti (hata) medeniyetinin azameti gün geçtikçe daha eyi anlaşılmaktadır. Gerek Eti Müttehidesine dahil hükümetlere, gerek yabancı komşu devletler ülkelerine uzanan yolları, muhteşem mabetleri, heykelleri Mısırınkilerden çok daha mükemmel sfenxleri ile Boğazköyün toprak örtüleri altından bugünkü beşeriyetin mütehayyir gözleri önüne açılan Eti medeniyeti canlılık ve fikir yüksekliği noktalarından harikulade bir inkişafın şahididir. 

MISIR

Mısıra giden Türkler yerleşmek için Nilin boş buldukları deltasını seçtiler. İlk Mısır medeniyetin kuranların Asyadan geldikleri, Mısırın kadim tarihi ile uğraşan alimlerin çoğu tarafından kabul edilmiş bir keyfiyettir. Nil vadisinde Yontmataş Devrinden birdenbire Maden Devrine intikal edilmiş olması, iki devrin arasında bulunması lazımgelen mütevassıt san’atlerin Mısırda görülmeyişi Suriyedeki bazı mağaralarda bulunmuş en eski eserler ve nihayet antropoloji tetkiklerinin ortaya koyduğu neticeler buna delildir. Alimlerin bu hakikat içinde, açıkça söylemiyerek eksik bıraktıkları nokta, Ortaasyadan, Altaylardan gelmiş olanların Türk camiası mensuplarından başkası olmıyacağıdır. Bu eksik noktayu tamamlamak vazifesi, şüphesiz herkesten evel Türklere düşer.

 

 

Anadolu ile Mısır arasındaki Suriye ve Palestin sahalarına gelince, buralarda tarihin kadim zamanlardanberi Mezopotamya ve Eti medeniyetlerini kuranların müşterek vasıflarını taşıyan bir halkın, hakim bulunmuş olduğu yine yeni tetkiklerin açığa çıkardığı hakikatlerdendir.

EGE HAVZASI

Garba giden Türklerden bir kısmı yerleşmek için elverişli zeminlerden birini de Ege havzasında buldular. Tarihin bugün milattan 4 bin yıl kadar geriye götürebildiği Akdeniz medeniyeti, Turova, Girit, Lidya ve İyonya adları verilen saha ve safhalarile birlikte beşer istidat ve kabiliyetinin en kıymetli incilerle süslü bir tacı olmuştur. İnce bir haşmetle mümtaz bu Akdeniz medeniyetini kimler yaptı? Knosos sarayının XX inci asrın en incelmiş zevklerini yalnız tatmin değil, hayran edici güzellikteki san'at eserlerini ebediyete yadigâr eden kavim kimdir?

Kadim zamanlarda (M.E. 3000 - 1200) Akdeniz adalarını kapladıkları teeyyüt eden brakidefal kavimler, dünyanın brakisefal insanlar kaynağı olan Ortaasya'dan, Ana Türkyurdundan ayrılmağa mecbur kalmış olan Türklerdir. Giritte, Turovada bulunan en eski eserlerle Hazar şarkındaki Türkellerinde bulunan eserler arasında tesbit edilen benzerlik, Akdeniz medeniyetinin olduğu kadar onu yapan insanların menşeini de göstermeğe yarar delillerdendir.

Anadolunun garp kıyılarında ve Yunan Tarımadasında yükselmiş medeniyetleri, Anadolunun içindeki, Mezopotamyadaki ve Ortaasyadaki kadim medeniyetlerden ayrı mütelea etmek kabil değildir.
İnsanlat yakın zamanlara kadar bütün Akdeniz havzasına şamil müstakil bir Yunan medeniyeti tasavvur ve kabul edecek mertebede az bilgili idiler. Bu medeniyeti Greklere inhisar ettirmek ve onu ancak Mısır medeniyeti ile temasta görmek tarih bilgisinin kat'iyet çemberile çevrilmiş bir hakikati, bir mütearifesi sayılıyordu. Medeniyetlerin doğuş ve yayılışı hadiselerinin daha geniş görüşlerle mütaleasıma girişildiği yıllardanberi, artık o iptidai telakki ortadan kalktı; onun yerine bütün ilahları, an'aneleri, ilim ve sanayi eserlerile Yunan medeniyetinin menşelerini kendisinden evelki mefeniyetlerde, bilhassa Eti medeniyetinde aramak lazımgeleceği hakikati geçti. Son asra kadar menşei, mevhum bir Grek medeniyetine bağlanan Lidya ve Frikya mefeniyetleri gibi, Garbi Anadolu medeniyetlerinin de esasta Eti medeniyetinin devamından ibaret olduğu artık kolay reddedilmeyecek kanaatler sırasına girmiş bulunuyor.

AVRUPA

Yunan ilim, san'at ve felsefesinin bütün pınarları Garbî Anadoluda olduğu gibi, Roma medeniyetinin kökü de oradadır. Bu medeniyetin temelini kuran Etrüsklerin İtalyaya Anadoludan gitmiş oldukları muhakkaktır. Etrüsk san'atile Eti ve Lidya san'atleri arasında sıkı bir münasebet tesbit edilmiştir. Amerikalıların Sartta yaptıkları taharriler gibi yeni tetkik bu münasebetin derinliklerini daha ziyade aydınlatmaktadır. Etrüsklerin İtalya aşıladıkları medeniyetten Avrupanın soraları ne kadar müstefit olmuş bulunduğu malûmdur.

Büyük muharecetlerin Şark, Önasya ve Akdeniz havzalarında tarihe armağan ettiği medeni inkişafları süratle gözden geçirdik, şimdi yine ayni süratle asıl Avrupa sahasını görelim.

Hazar ve Karadenizin kıyıları yolu ile geçenler Avrupa içlerine dalarak Atlas Okyanusuna kadar dayandılar; en ileride bulunanlardan bir kısmı denizi geçerek Büyük Britanya adalarını ve İrlandayı işgal etti. İlk gidenlerin izi üzerinde yavaş yavaş, fakat mütemadiyen yürüyen göçler, Avrupanın o zamanlar içinde bulunduğu derin vahşet hayatının değişmesine amil ve müessir oldu. Muhacirler yol edindikleri sahalara ve yerleştikleri mıntıkalara devir, cilalıtaş, bakır, tunç ve demir devri san'atlerini götürdüler. Keltler göçtükleri Hazar cenubu, Kafkas, Ukrayna, Tuna vadisi yolu üstünde, onların geçtikleri zamana ait olduğu tesbit edilen eserler bırakmışlardır. Ligürlerin bunlardan çok evelki zamanlarda Avrupanın garbına kadar gittikleri ve bütün İtalyaya yayıldıkları da malum olmuştur. Gollüler de Ortaasyadan gitmişlerdir. İskitler camiasına dahil olan Kimriler ise, Keltler Avrupaya geçmezden evel Kırım ve Danimarka yarımadalarında yerleşmiş bulunuyorlardı.

Avrupada muhtelif san'at devirlerinin bu muharecetlerle açılmış olduğuna artık itiraz eden yok gibidir. Avrupalılara ziraati, yabani hayvanları ehlileştirmeyi, çömlekçilik san'atlerini de bu yeni gidenler öğretmiştir. Fikir, san'at ve bilgice Avrupa yerlilerinden çok yüksek olan muhacirler, Avrupayı mağara hayatından kurtarmışlar ve fikri inkilaf yoluna sokmuşlardır.

Arkeoloji buluşlarına milattan 2000 yıl kadar evel Avrupada bakır aletler bile pek az bulunurken o tarihte birdenbire tunç aletlerin çoğaldığı görülüyor. Bakırı tunca çevirebilmek için mevcudiyeti elzem olan kalay madeni Avrupada yalnız Fransada birtek yerde zayıf damar halinde mevcut olup bunun da kadim zamanlarda keşfedilip işlendiğine dair hiçbir emare yoktur.

Tunç san'atinin Avrupaya son asırlara kadar bütün dünyanın en mühim kalay hazinesi olan Ana Türkyurdundan gitmiş olduğu en sabit hakikatlerden sayılır. Madenin ve maden san'atlerinin kadim medeniyet sahalarında Mezopotamya, Mısır ülkelerinde keşfedilmiş olmadığı da muhakkaktır. Maden, "an'anenin bize parmağı ile gösterdiği dağlarda keşfolunmuştur."

 

ATAYURTLARINDAN AYRILAN TÜRKLER

Dünyaya ilk yayılışlarını yapmağa başlıyan Türkler, gittikleri yerlerde, kalbe veya reisleirnin, veya yeni yerleştikleri sahaların isimlerile anılmışlardır; bu isimlerden çoğunun zamanla telaffuz şekilleri değişmiş, ilk bakışta anlaşılmıyacak hale gelmiştir. Yerleştikleri sahaların kadim veya kendileri tarafından verilmiş yeni isimlerile anılmış kabileler bulunduğu gibi, ilk adları asırlar zarfında değişerek başka adlar takınmış olanlar da vardır. Ayni sahada birçok kabileler yerleşmiş bulunduğu zamanlar bunların müştereken kurdukları devlet, mesela Eti, Selçuk, Osmanlı Devletlerinde olduğu gibi en kuvvetli olan ve idare başında bulunan kabile veya aile ismiler anılırdı.

 

 

Yurtlarından ayrılan Türklerin gittikleri sahalarda yerlilerle karışmasından muhit, ilkim şartlarına ve tesalüp nispetlerine göre yeni yeni kabileler ve bu kabilelerin siyasi, içtimai amiller altına kaynaşmasınan yeni kavimler doğmuştur.

GÖÇLERDEN EVEL ANA TÜRKYURDU

Ortaasyada alimlerin mevcudiyetini söyledikleri büyük İçdenizin ve ona akan ırmakları, çayları etrafında kurulmuş  medeniyetin, yeryüzünün diğer parçalarına asırlar ve asırlarca nasıl taşınmış ve yayılmış olduğunu söyledik. Bütün bu müddet zarfında Ana Türkyurdunda neler olup bitti?

 

İklim değişikliğinin getirdiği kuraklık ve onun zaruri kıldığı bütün bu göçler şüphesiz ana medeniyetin zararına oldu. Sarı Irmak, İndüs, Ganj, Fırat, Dicle, Kızılırmak, Büyük ve Küçük Mediresler, Nil ve saire gibi en feyizli sular kıyılarına ve Akdeniz havzaları gibi cennetten ayrılmış sanılacak kadar güzel kara parçalarına intikal eden bu medeniyet, seçerek yerleştiği bu sahalarda, tabii tekamülünü takip ederek yükselirken bütün bu ayrılışların sarsıntılarından Ortaasyanın müteessir olmaması elbette mümkün değildi. İnsan kabiliyetinin medeniyet dediğimiz hasılasın yaratan ilim ve san’at daha ziyade zengin vadileri, muhit ile temas ve muvasala kolaylıklarına mazhar sahalarını sever. Yeni doğan zengin bir medeniyet merkezi, mesela Ortaasyada olduğu gibi iklimi; veya diğer birçok sahalarda görüldüğü üzere bir payitahtın yakılması, bir devletin yıkılması gibi siyasi; yeni bir dinin müsamahasızlığı gibi içtimai Saiklerin tazyikile yerini değiştirebilir. Akdeniz medeniyeti devrinde havzanın muhtelif sahalarında yetişen alimlerin, san’atkarların, filozofların, şairlerin her köşeden kâh Sart, kâh Atina, kâh İskenderiye şehirlerine toplanarak muhitin kendilerini çeken müsait şeraiti içinde, karargah edindikleri yeni merkezin medeni tealisine müessir oldukları malumdur. Türk tarihinin yakın devrelerinde bunu teyit edecek misaller pek çoktur. Kubilay yeni kurduğu Hanbalık (bugünkü Pekin) şehrinin süratle medeni inkişafa ermesi, Çinde en mümtaz bir ilim ve fikir merkezi haline gelebilmesi için bütün Uygur alimlerini, mütefenninlerini, riyazıyatçılarını Çinde toplamak istedi ve birçoklarını getirtti. İlmin Hanbalık sarayında kazandığı itibar, Uygur alimlerinin oraya taşınmasında şüphesiz amil ve bu da elbette asıl Uygur vatanının ilmi zararına oldu. Türk medeniyeti Kaşgar, Semerkant, Taşkent, Buhara, Konya, İstanbul gibi şehirler arasında en yakın asırlara gelinciye kadar merkez değiştirmekte devam etmedi mi? İslam ilmi ve san’atli siyasi fırtınalar önünde asırlarca Şamdan Bağdada, Bağdattan Kurtubaya taşınıp durmadı mı?

 

İşte böyleceAna Türkyurdu medeniyeti de tarihin ilk zamanlarından beri en mühimini artıcı kraklık  olduğu görülen sebepler altında yerini değiştirmiştir. Bundan asıl yurtta o zamanlardan beri artık hiçbir medeniyet yaşamamış olduğu neticesini çıkarmağa kalkışmak bittabi doğru olmaz. Ana Türkelinin içinde yapılan arkeoloji taharrileri en kadim medeniyetin orada  aranması lazımgeleceğini  kafi derecede ispat etmiştir. Hazar şarkında Aşkabat yakınlarında Ano hafriyatının reisi Pumpelly  bu medeniyete içinde bulunduğumuz zamandan 11,000 yıl evele giden bir kıdem takdir etmiştir. Araştırıla diğer bütün kadim medeniyetlerden hiçbirine hiçbir alim tarafından bu kadar uzun bir kıdem verilmiş değildir. Pumpelly, hafriyat için intihap ettiği sahada isabet göstermiyerek gayet küçük ve ehemniyetsiz bir kasabayı  örten toprakları kazmıştır. Tarih ve arkeolojide en iptidai bilgisi olanlarca malumdur ki toprağın, ağaçları boğan haris sarmaşıklar gibi kendi içinde gömdüğü ve asırlar zarfında izlerini belirsiz hale getirerek unutturduğu kadim şehirlerden –hepsinin değilse bile- bir kısmının yerini isabetle tayin ederek bulmak müşküldür. Bununla beraber, kumlarının altı ana medeniyetin yekpare bir metfeni olan Türkeli, ilmin bu isabeti eksik araştırma teşebbüsünü mükafatsız bırakmamış, Pumpelly nin eline en kıymetli vesikalar vermiştir. Amerikalı alim bu vesikaları ilmin bitaraf gözüyle tetkik ettikten sora Ana Türkyurdunun bu kısmında neolitik medeniyetin milattan evel IX uncu, hayvanları ehlileştirmenin VIII inci binde, maden san’atlerinin VI ıncı binde, yani şimdiye kadar madencilikte en kıdemli bulunan Sus tan 1000 yıl evel başladığını ifade ve ilan etmiştir.

 

 

Türklerin Anayurdu, Morgan’ın da söylediği gibi şimdiye kadar pek az araştırılmış sahalardan biridir. Medeniyet menşeinin, tarihçileri yormakta ve yanıltmakta olan meçhullerini açacak anahtar oradadır. İlmin kazması orada işlemeğe başladığı, bulunan vesikalar samimi ve birtaraf ilim duygusile tetkik ve tathlil olunduğu zaman insanlığın tekamül tarihi gür ışıklarla aydınlanacak ve yazılı bulunduğu hakiki kitabın içinde okunmuş olacaktır.  Bu kitap haritaların Türkistan dediği Ortaasya yaylasıdır. O sahanın üst üste yığılmış en kadim medeniyetlerle kaplı olduğuna, orada atalardan gelen menkulat ile dağ çobanları bile vakıftır.

Milattan evel 9,000 yıla varan kadim Türk medeniyetinin bir zaman sora söndüğünün tasavvur ve iddia etmek hatadır. Bu medeniyet bir taraftan Çin, Hint, Mezopotamya ve saire gibi yeni intikal mıntıkalarında inkişaf eylemiştir. İklimin müsaadesizleşmesi, hayat şartlarının büyük mükyasta daralması onun ancak hızını durdurmuş ve sahalarını tahdit etmiştir.

CENUBİ SİBİRDE KURGANLAR

Kurgan (=Tumba = Tümülüs, Höyük) pek eski devirlerde yaşamış Ortaasya Türklerinden kalma mezarlara verilen isimdir. Ural dağlarından Yenisey ırmağı havalisine kadar bütün Cenubi Sibirde ve Kırgız steplerinde binlerce kurganlara tesadüf olunur. O havalide yaşayan Türkler atalar yadigari telakki ettikleri bu kurganlara hiç dokunmazlar, onlara bir nevi mukaddes şeyler nazarile bakarlar.

On yedinci asırda Sibirya Ruslar eline geçtikten sora Cenubi Sibirin birçok yerlerine Rus muhacirler yerleştirildi.

 

Ekserisi tepecik şeklinde olan kurganlar Rus muhacirlerinin dikkatini celbetti. Ruslar bu mezarları deştiler. Mezarlar tunç, altın, gümüş, bakır ve demirden yapılmış alet ve ziynet eşyalarile dolu idi. Bir kısım Rus muhacirleri ziraati bırakarak bu kurganları kazıp, çıkarılan tunç ve altın eşyayı satmakla maişetlerini temine başladılar. Bu suretle birkaç sene zarfında büyük servetler edinen Ruslar görüldü. Petro I. Hükümetinin müsaadesi olmadan kurganların kazılmasını menederek hafriyatın ilmi heyetler murakebesi altında yapılmasına emir verdi. Bundan sora kurganlar ilmi heyetler tarafından usul dairesinde kazılmağa başladı.

Kurganları tetkikle birçok alim uğraşmıştır. Arkeoloji alimleri Sibir kurganlarını iki kısma taksim ediyorlar:

1-      Tunç Devrine ait kurganlar

2-      Demir Devrine ait kurganlar.

 

Birinci nevi kurganlar bilhassa Yenisey Irmağı havalisini ile Abakan steplerinde bulunur. Demir devri kurganlarına ise Itriş ve Tobol ırmakları havzasında tesadüf olunur. Fakat tunç Devri kurganları arasında Demir Devri kurganlarına da tesadüf olunmaktadır.

Tunç Devri kurganlarında bulunmuş eşya şunlardır:

Kılıç (kılıçların sapı ekseriya hayvan şeklindedir), ok ucu, süngü, bıçak, orak, makas, balta iğne, biz, burgu…

Koşum takımına ait eşya: toka, üzengi, gem…

Ev hayatına ait eşya : kazan, tava…

Ziynet eşyasından: küpe, düğme, bilezik, ayna, hayvan şeklinde yapılmış muhtelif ziynet eşyası. Ziynet eşyasının çoğu altından mamuldür.

 

Demir Devri kurganlarında bulunmuş olan eşya şunlardır:

Kazma, burgu, balta, bıçak, ok ucu, kalaylama aletleri, kılıç, süngü, zırh, çakmak. Koşum takımına ait eşyadan : gem, üzengi. Ev hayatına ait şeylerden : Çakmak. Ziraate ait şeylerden : Saban demiri, orak. Bunlardan başka muhtelif şeyler : türlü büyüklükte tokalar, kemer tezyinatı, kopçalar, muhtelif büyüklükte çiviler. Demir Devrine ait kurganlarda bulunmuş eşyanın da birçoğu altın ve bakırdan yapılmıştır. Demir Devri kurganlarında kemikten yapılmış ziynet eşyası ve çömlekler de bulunmuştur.

 

 

Her iki devrin kurganlarında bulunmuş eşyanın yapılışındaki incelik, güzellik, san’atkarın yüksek mehareti şayanı hayrettir. Moskova, Leningrad müzelerinde saklanmakta olan kurganlardan çıkarılmış eşya nümulerini gördüğü zaman, insan bunların milattan evelki devirlerde yapılmış eşya olduğuna inanmak istemez; bunları bugün en medeni şehirlerden birinde yapılmış zanneder. Leningrad, Moskova müzelerinden başka Sibirde, Tomsk, Krasnoyarsk müzelerinde de kurganlarda bulunmuş eşya çoktur. Avrupa müzelerinden Londranın British Museum undan da güzel bir koleksiyon vardır. 

TÜRKLERDE MADENCİLİK

Altay dağlarının pek çok yerlerinde keşfolunan maden ocakları ve izabe fırınları Türklerin madenleri kendileri çıkarıp, kendileri işlediklerini göstermektedir. Yani Eski Türkler madenleri topraktan çıkarmayı, izabeyi, işlenecek hale getirmeyi bildikleri gibi, onlardan her türlü eşya yağmayı da biliyorlardı; diğer tabirle, Türkler madencilik san’atinin bütün şekillerine ve bütün usullerine aşina idiler. Eski Türk ülkelerinde kadim devirlerde işletilip bırakılmış maden ocakları gayet çoktur. Ekserisi bakır maden ocaklarıdır. Bu ocaklardan bazılarının yeraltındaki koridorları, tam asrımızda yapılmış ocaklar gibi, mükemmel bir surette ağaç direklerle (sütunlarla) dayatılmıştır.

 

Bu ocakların çokluğu, Türklerin madenleri yalnız kendi ihtiyaçları için değil, diğer milletlere satmak için de çıkardıklarını ispat ediyor.

 

Kurganlarda bulunmuş eşyadan Türklerde madencilik san’atinin gayet ünlü bir san’at olduğu da anlaşılmaktadır. Leningrandın “Ermitaj1 müzesinde bir maden işçisini temsil eden küçük bir bakır heykel bulunuyor. Bundan başka kurganlarda pek çok küçük çekiçler bulunmuştur. Anlaşılıyor ki, Türkler, bu gibi heykelleri ve küçük çekiçleri ziynet olarak kullanıyordu.

 

 

Eski Türkler bakır, tunç ve demirden başka altın dahi çıkarırlardı. Ortaasyanın birçok yerinde metruk altın madeni ocakları keşfolunmuştur. Bu maden ocaklarında bakır aletler bulunmuştur. Bugünkü Türk ülkesinin birçok yerlerinde maden izabesine mahsus fırınlar da keşfedilmiştir.

 

Türklerde madencilik san’atinin bütün usullerinin malum olduğunu tarihi devirlere ait vesikalar da teyit etmektedir. Mesela Tukyu Türklerinin, vergileri madenden eşya yapmak suretile ödedikleri tasrih edilmektedir. 

ESKİ TÜRK ŞEHİRLERİ

Bundan yedi asır eveline kadar Garbi Türkeli işe Kırgız steplerinin cenubi kısmından da birçok şehirler mevcut olduğunu Çin ve İslam müverrihlerinin eserlerinden de öğreniyoruz. Bu şehirlerden birçoğunun yerini kum ve toprak kaplamıştır. Şehirlerin yerini bulmak ancak bazı bina bakıyeleri yahut kum topraklar arasında bulunan çinili tuğlalar, nefis çömlek kırıkları, su yolları gibi medeniyet eserleri sayesinde mümkün olmaktadır. Bazı tarihi şehirlerin yerleri bugüne kadar tayin edilmemiştir. Bugün Kırgız – Kazak Türklerinin oturdukları sahanın birçok yerleri şehir harabeleri ve medeniyet bakıyelerile doludur.

 

Bu harabelerin bir kısmı tarihen malun şehirlerin enkazıdır. Mesela : Otrar, Ceni, Yangıkent, Sağnak harabeleri gibi. Diğerleri tarihin isimlerini zaptedemediği şehirlerin harabeleridir. Diğer birçok şehirler de vardır ki tarih isimlerini kaydetmiş olduğu halde, yerleri tayin edilememiştir. Atlak, Atbaş, Almalık, Balasagun, Talas, Kulan, Barshan, Sus (1), Suyap, Nüzket, Sütken, İli Balık, Şelci  gibi Türk şehirlerinin de bazılarının yerleri bulunamamıştır. Bugün vaktile büyük birer Türk medeniyeti merkezi olan bu şehirlerden birçoğunun yerinde bugün kum ve rüzgardan başka bir şey yoktur.

 

 

Son zamanlarda yapılan hafriyat neticesinde Çin Türkelinde kum altında elliden ziyade şehir harabesi bulunmuştur.
 

(1)  Bu Sus şehri, Ortaasyadadır. Elamın merkezi olan Sus başkadır. Aynı ismi taşıyan bir diğer Sus şehri Tunusun cenubundaki sahil kısmında bulunur.

ORTAASYADA MEDENİYET MERKEZLERİ

Ortaasyada bugüne kadar kurumamış büyük nehirler vardır. Bu nehirlerin etrafındaki Türkler türlü isimler altında yüksek medeniyetler kurmuşlardır. İkamet hayatı mümkün olan mümbit sahalar cümlesinin Şimali Moğolistandaki Selenga-Orhon havalisini Balkaş ile Isık Göl  arasındaki Yedi Su mıntıkası ismini taşıyan İli ırmağı havalisini, Çin Türkelindeki Tarım ırmağı vadisini, Garbi Türkelindeki Çu, Inci (Sirderya) ve Öküz (Amuderya) ırmakları havalisini zikretmek lazımdır. Bu sahaların her birinde muhtelif devirlerde Türkler yüksek medeniyetler tesis etmişlerdir. Milattan evelki asırlarda Orhon havalisi Türkleri medeniyetçe çok yükselmişlerdi.

bottom of page